Monthly Archives: Aralık 2010

Huzura Doğru

Belki de sana bir şans vermeliyim dostum.

Ütopyaların Şemsiye ile İmtihanı

Herkesin hak ettiği değeri almasının yolu, hak etmediği kadar fazlasını almasından geçer (Yattığıyerden Cumhuriyeti atasözü). Böyle aforizmamsı cümlelerin sadece aşk meşk mevzuları ile ilişkilendirilmesi, diğer mevzulara düpedüz haksızlıktır ve benim haksızlığa hiç tahammülüm yoktur, bilenler bilir. Ama bu bilgi gerçek hayatta pek işlerine yaramaz.

Herhangi bir ikili ilişkiye yüklenen ütopik anlamlar, gelir münasip buldukları yerleri tırmalarlar. Ütopyalar, zaafların karşısında hükmen yenik olmaya mahkumdurlar çünkü. Zaaflar böyle sinsi sinsi, oya gibi işlerler. Çok sanatkâr ve sabırlıdırlar, hortlamak için doğru zamanı beklerler. Kişi ya da kişiler, olanca salaklığı/salaklıklarıyla ütopya kumsallarında güneşin tadını çıkarırken, aniden bastıran yağmurdur zaaaflar ve ne yazık ki açılabilecek bir şemsiye de yoktur. (Neden açılamayacağını hepimiz biliyoruz sanırım.) Seçilebilecek iki yol vardır. Bunlardan akıllıca olanı, şemsiyenin açılmadığını kabullenip, tası tarağı toplayıp yağmur altında yürüye yürüye, Red Kit misali ufukta kaybolmak ve dönüp arkaya bakmamaktır. Akılsızca olanı ise şemsiyeden medet ummak, yani o yağmurun asla durmayacağını akıl edememektir. Ki bu akılsızca olanını denemeden diğer yolu tercih edebilen insanlar yüce insanlardır benim gözümde, önlerinde saygıyla eğilinesi ve feyz alınasıdırlar.

Aklı olan güneşe aldanmaz, koruyucusunu sürer, şemsiyesini de çantasında taşır. Hatta güneş varken bile açar o şemsiyeyi, asaleti yağmurla silebileceğini zannedenlere aldırış etmeden, hatta onlara şemsiyesiyle gülerek.

Huniye Saygı

* Forza Monte Kristo Kontu, alayına gider.

* Çok damardan girmişlerdi, ondan kıramadım sivrisinek saz heyetini.

 

Islak Odun

Kendine geldiğinde kapının dışındaydı ve yanında yalnızca bir adet ıslak odun vardı. Bir oduna, bir kapıya baktı. Odunu kafasına kimin ne zaman vurduğunu hatırlamadığına göre, ağır bir darbe olsa gerekti aldığı. İçeri girip neler olup bittiğini anlayabileceğini düşündü. O iş öyle kolay değildi ama, kendisinin bundan henüz haberi yoktu. İçeride her şey ve herkes yerli yerindeydi. Tuhaf olan tek şey, kafasına aldığı ne idüğü belirsiz darbenin etkisiyle ilginç davranışlar sergilemekte olan, kendisiydi. İşin kötüsü, kendinden başka kimsenin de haberi yoktu bu darbeden.

-Arkası 3 vakte kadar-

Hasar

Darmadağın olmuş (bazı büyüklerimizin deyimiyle “ellialtıya gitmiş”) bir odayı toplamaya nereden başlayacağını bilmeme, bu yüzden de bir türlü başlayamayıp odanın ortasında anlamsızca dikilme hali vardır (var diyorsam vardır). Biriken çok olunca bir türlü ortaya anlamlı bir bütün oluşturan yazı çıkaramamak da bunun gibi işte. “Bırak dağınık kalsın” da bir yere kadar, o yerden sonrası bünyeye ters. Yani diyorum, bir yerden başlamak lazım diyorum, zırvalamak pahasına da olsa diyorum.

“Hasar”  -Şu an düşündüm de, sadece bu kelimeyi yazıp yayınlasam da olurmuş aslında, neyse.- Böyle diyince ilk akla gelenin araba olması ilginç. Hasarsızlık diye bir şey var arabalarda. Zavallımın başından türlü türlü kazalar geçiyor, sonra servise gidiyor, cillop gibi geri dönüyor ama “hasarsızlık” özelliğini kaybetmiş olarak. Seni gideceğin yere götürmeye, çoğu zaman elin-ayağın olmaya devam ediyor, görünürde misler gibi ama işte hasarsız değil. “Sıkıntı var” yani Sergen Yalçın misali. Asıl ilginç olsansa, hasarın hasarı çekmesi. Araba servisten çıktıktan en geç 1 ay sonra bir kaza daha yapmak. Onca eziyetin yeniden başlaması. En sonunda da hasar arsızı olmak. Malvari hareketlerle kazaya sebep olanlara gider yapacak duruma gelmek ve hangi ara o hale geldiğini hatırlamamak.

Davetsiz bir misafirdir bence bu hasar denen arkadaş, umduğunu da bulduğunu da yer. Bıraktığı artıkların bir araya gelip “gücüne güç katması” ise, hasarsızlıktan çok hasarlılık ile bağlantılı olsa gerektir. Hasar arsızı olmak ile.

“Kovmak ile gitmez idin” hasar, ne seninle ne sensiz. Sen daha iyisini yapana kadar en iyisi bu hasar.